Kabeyi Görünce Yapılan Dua
Gaziantepli’iydi. Yalnızdı. Kocası
öleli epeyce olmuştu. Çocukluğunda köyün hocasından öğrendiği kadarıyla namazını
kılıyor, hiçbir vakti kaçırmıyordu. Altmış yaşlarında falan olmalıydı. Rahmetli
annesi çeşme yapıldığı sene doğduğunu
söylerdi. Babasını hiç hatırlamıyordu. O küçük
iken ölmüştü. Oğlu yoktu. Altı kızı vardı. Onlar da evlenmişti. Kocasından kalan beş altı parça tarlayı paylaşabilmek
için damatlarının birbirlerine ettikleri, onu çok üzmüştü.
Eşiyle beraber oturduğu yıkık dökük
evde artık tek başına yaşıyordu. Herkes kendi işiyle meşgul olduğundan,
bayramda seyranda gelip gidenlerin dışında pek arayıp soran olmuyordu. Kızları
da hâliyle el yanındaydı. Bu yüzden onların yanında zaten kalamazdı. Onlar da
çoluğa çocuğa karışmışlardı. Ne kadar isteseler de pek gelemiyorlardı. Yalnızdı.
Daima ilk şafaktan önce horozlar ötmeye başladığında
kalkardı. Zaten en çok hoşlandığı şey, şafak sökmeden kalkıp namaz kılmaktı.
Zaten sık sık oruç tuttuğu için sahura kalkardı. Kendi elleriyle kurduğu
zeytinler ise en çok hoşlandığı yiyecekti. Cenab-ı Allah’ın, hiç kimsenin
sesini duymadığı zamanlarda sesini duyacağını, hiç kimsenin yanında olmadığı
zamanlarda yanında olacağını, hiç kimsenin imdadına yetişemeyeceği zamanlarda
imdadına yetişeceğini çok iyi biliyor ve O’na güveniyordu.
fiunun bunun işine giderek kendi el emeğiyle
kazandığı üç beş kuruştan yıllardır tasarruf ediyor, belki bir gün mübarek
yolculuk nasip olur diye, yapabildiği kadarıyla her ay, şehre inenlere beş on
dolar ısmarlıyor, bunları yastığının altında biriktiriyordu.
Rüyasında Kâbe’yi görmüştü. Çok
uzaklarda gibiydi. Fakat ilginç bir şekilde Kâbe’den çıkan bir ışık huzmesi, dağların
taşların üzerinden uzanarak, ta ona kadar ulaşmış ve onu âdeta bulutların
üzerinden uçuruyormuş gibi alıp götürürken uyanmıştı. Müthiş heyecanlanmıştı.
Ne yapacağını bilemiyordu. Acaba bu rüyasını birilerine anlatsa mıydı, yoksa
anlatmasa mıydı. Kararsızdı.
O gün, işine gittiği adamın hanımı, hac
kayıtlarının başladığını ve hacca yazılacaklarını söyleyince, kalbi yerinden fırlayacak
gibi oldu. O kadar heyecanlanmıştı ki, ‘ben de sizinle gelip yazılabilir
miyim?’ diye sordu, evin hanımına. O da ‘Tabi’ dedi. Onlarla birlikte şehre
inip müftülüğe gidip hacca yazıldı.
Nihayet beklenen gün gelip çattı. Havaalanına gittiler. Hayatında ilk
defa uçak görüyordu. Fakat bütün bunlar onu hiç ilgilendirmiyordu. Onun kafasında
hep Kâbe vardı. Uçak nasıl kalktı nasıl indi, hava limanından nasıl ayrıldılar?
Bütün bunlarla pek ilgisi olmadı. Uçakta olsun, otobüsle giderken olsun, hep
birlikte söylenen telbiyeye sesini yükseltmeden, fakat bütün içtenliğiyle eşlik
ediyordu.
Din görevlisinin, Mekke-i Mükerreme’ye
girerken yaptırdığı duaya, yürekten
‘Amin!’ dedi. Eşyalarını
kalacakları yere koyduktan ve abdest aldıktan sonra Kâbe’ye gitmek üzere çıktılar.
Çok heyecanlıydı. Kafasında hep Kâbe’yi görünce yapacağı ilk dua vardı. Çünkü
din görevlisi, Kâbe’yi görünce içten yapılacak ilk duanın geri çevrilmeyeceğini
söylemişti. Buna öylesine inanmıştı ki, kafasında hep yapacağı o dua vardı. Ne
istemeliydi?
Kafileyle birlikte yürüyordu. Yürümek
ne kelime, âdeta uçuyordu. Ne aralarından geçtikleri büyük büyük oteller, ne etrafında iki tarafa
akan mahşeri kalabalık onu ilgilendiriyordu. Kafilenin okuduğu telbiyeye büyük
bir içtenlikle, sessizce eşlik ediyor ve yürüyordu. Âdeta hedefe kilitlenmiş
gibiydi.
Nihayet Harem-i fierif’e girdiler. Bir yığın
direğin arasından geçtiler ve o an…Bir anda Kâbe’yi görüverdi. İnanılmaz bir
heyecan yaşıyordu. Allah kendisine Kâbe’yi görmeyi nasip etmişti. Yıllardır
beklediği, hayalini kurduğu ve özlemini çektiği tablo gerçek olmuştu. İçi içine
sığmıyordu. Bunun gerçekleşmiş olduğuna bir türlü inanamıyordu. Beytullah karşısındaydı.
O kadar güzeldi ki… Etrafında tavaf yapan insanlarla birlikte gördüğü manzara o
kadar hoşuna gitti ki, o anda oradan hiç ayrılmamak geçti içinden. Hep orada
bulunmak ve hiç ayrılmamak... Gözlerine hücum eden sevinç göz yaşlarına bir
türlü hakim olamıyordu. Ve ağzından o ilk dua cümleleri dökülüverdi: ‘Allah’ım
emanetini burada al. Sana burada kavuşayım.’ Hocanın yaptırdığı duaya da ‘Amin’
dedi. Sonra hoca tavafa niyet ettirdi ve tavafa başladılar.
Tavaf yapan kalabalığın arasında kendi
dünyasındaydı. Bu kalabalığın içinde, gözü Kâbe’de olduğu hâlde yörüngeye girmiş
ve âdeta kendi kontrolü kendi elinden çıkmıştı, kendiliğinden gidiyor gibiydi.
Sanki bu yürüyüşünde kendisinin hiçbir etkisi yoktu. Hayatında hiç bu kadar
heyecanlanmamıştı. Bulutların üstünde yürüyor gibiydi. Kâbe’nin etrafındaki kaçıncı
dönüşündeyken bilmiyoruz, başı dönmeye başladı. Düşecek gibi oldu. Yanındaki
kadının koluna tutunarak ayakta durabiliyordu. Hoca durumu fark edince, onu
tavaf alanının dışına çıkararak, metafın dışındaki ilk merdivenlere oturttu ona
‘Biraz dinlen, sonra ben gelir, tavafını tamamlattırırım’ dedi ve yanına
kafiledeki kadınlardan birini bırakarak ayrıldı.
Şimdi artık bu vaziyette, doya doya
Kâbe’ye bakıyordu. Gözünü ondan hiç ayırmıyordu. Yanındaki kadın orada bulunan
zemzem kaplarından su doldurup geldi. Zemzemi ona veren kadın, bir an zemzem
bardağının elinden düştüğünü gördü. Başı kadının kucağına düşüverdi. Gözleri
Kâbe’ye kilitlenmiş kalmıştı...
Yanındaki kadının telâşını görenler, sağlık
görevlilerine haber verdiler. Bir sedyeye koyup Harem’in sağlık merkezine
götürürlerken yanındaki kadın, son olarak Kâbe’yi gören gözlerini kapattı.
Böylece bu göz kapakları, bir daha dünyaya açılmamak üzere kapandı.
Gaziantep’in kırmızı topraklarında çalışarak, kendi el emeğiyle kazandığı helâl
paralarla Kâbe’ye taşınan bu yorgun beden, bir ambulansa konarak Diyanet
Mesfele Üçüncü Bölge bürosunun önüne götürüldü ve cenaze namazına katılmak
isteyen kafile arkadaşlarına haber verildi. Mekke-i Mükerreme’de defnedilmek
üzere ambulans hareket etti. Yıl 1995.
Dr. Ekrem Keleş
Din işleri Yüksek Kurulu Uzmanı
(Diyanet Aylık Dergi,Ocak 2005)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder